.literatür sayfasına geri dönBipolar bozuklukta cinsiyete göre klinik ve sosyodemografik özelliklerin karşılaştırılması
Bipolar bozukluğun yaşam boyu yaygınlığı kadın ve erkek arasında farklı olmamakla birlikte; hastalığın bazı özellikleri cinsiyete göre farklılık göstermektedir. GATF Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ve Etimesgut Asker Hastanesi Psikiyatri Kliniği’nde yapılan Bu çalışmada bipolar bozuklukta cinsiyete göre klinik ve sosyodemografik özelliklerin karşılaştırılması amaçlandı. Çalışmaya 2009-2011 yıllarında bipolar bozukluk tip I tanısı konulmuş ve Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı kliniğinde yatarak tedavi görmüş 125 hasta alınmıştır. Bu hastaların dosyaları retrospektif incelenerek veriler elde edilmiştir. 125 hastanın 95’i (%76.0) erkek, 30’u (%24.0) kadındı. Erkek hasta grubunda hastalık başlangıç yaşı 22.5 ± 6.9’du, % 6.3’ünde suisid girişimi öyküsü, %11.6’sında ise madde kötüye kullanımı öyküsü mevcuttu. Kadın hasta grubunda ise hastalığın başlangıç yaşı 28.7 ± 9.7 idi. %23.3’ünde suisid girişimi öyküsü mevcuttu. Kadın hastalarda madde kötüye kullanım öyküsü saptanmadı. Psikotik özellik ve madde kötüye kullanımı erkeklerde daha yüksek oranda iken, kadınlarda hastalığın daha geç yaşta başladığı ve yatış süresinin daha uzun olduğu tespit edildi. Çalışmanın bulguları bipolar bozuklukta cinsiyet farklılığı üzerine yapılan önceki çalışmalarla uyumludur. Bu alanda yapılacak prospektif nitelikteki çalışmaların duygudurum bozukluklarının epidemiyolojik özelliklerini belirlemek için yararlı olacağı değerlendirilmektedir. Çalışmanın retrospektif olması, bazı özelliklerin sadece anamneze dayalı tespit edilmesi, yatan hasta popülasyonunun çalışmaya alınması, bipolar bozukluk tip I hastalarının verilerinin değerlendirilmesi bu çalışmanın kısıtlılıklarıdır. Duygudurum bozukluğu hastalarına yaklaşımda belirti özellikleri dikkatle incelenmelidir. Bipolar bozuklukta kliniğin cinsiyete göre farklı olan noktalarının tespit edilmesinin hastaların tedavi ve seyrini olumlu yönde etkileyeceği düşünülmektedir. Gülhane Tıp Dergisi; 2012 Hemşirelik öğrencilerinde premenstrüel sendrom prevalansı ve yaşam kalitesi ile ilişkisi
Adnan Menderes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı AD, Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın Sağlık Yüksekokulu, Halk Sağlığı Hemşireliği, Psikiyatri Hemşireliği ve Muğla Üniversitesi, Fethiye Sağlık Yüksekokulu tarafından gerçekleştirilen çalışmanın amacı; hemşirelik öğrencilerinde Premenstruel Sendrom görülme sıklığını, bu durumla baş etme yöntemlerini, premenstrual semptomlar ile öğrencilerin yaşam kalitesi arasındaki ilişkinin belirlenmesidir. Bu kesitsel çalışma 201 hemşirelik öğrencisi üzerinde yapılmıştır. Anketlerin yapıldığı gün okulda bulunan, araştırmaya katılmayı kabul eden, tanı almış psikiyatrik hastalığı olmayan, normal menstrual düzeni olan öğrenciler araştırma grubunu oluşturmuştur (n=168). Premenstruel Sendrom değerlendirilmesinde Premenstruel Sendrom ölçeği, yaşam kalitesinin belirlenmesinde SF-36 (kısa form) yaşam kalitesi ölçeği kullanılmıştır. Hemşirelik öğrencilerinde premenstrual sendrom prevalansı %60.1'dir. Premenstruel Sendrom, mensturasyon döneminde ağrısı olan öğrencilerde olmayanlara göre daha fazla görülmektedir. En sık saptanan fiziksel problemler karın ağrısı, ciltte/yüzde sivilcelenme ve meme ağrı/hassasiyeti olarak saptanmıştır. En sık saptanan psikolojik problemler sinirlilik, hassaslaşma ve huysuzluk olarak saptanmıştır. Öğrenciler premenstrual semptomların en çok psikolojik sağlıklarını, fiziksel sağlıklarını ve sosyal yaşamlarını etkilediğini düşünmektedir. Premenstruel Sendrom'un öğrencilerin yaşam kalitesi üzerine olumsuz etkileri olduğu saptanmıştır. Fiziksel rol kısıtlılığı, emosyonel rol kısıtlılığı, mental sağlık, vitalite durumu ve sağlığın genel algılanma durumlarının PMS görülen öğrencilerde daha kötü olduğu buna karşın PMS ile öğrencilerin fiziksel fonksiyon veya sosyal fonksiyon durumları arasında herhangi bir ilişki saptanmamıştır (p<0.05). Premenstruel Sendrom ile baş etmede kullanılan yöntemler olarak sırasıyla uyumak, bol tatlı tüketmek, ağrı kesici kullanmak, bol su tüketmek, bitkisel ürünleri tüketmek bildirilmiştir. Yetişkinlerde Serebral Venöz Trombozun Nadir Nedeni: Demir Eksikliği Anemisi
Serebral venöz trombozda çoğu zaman değişken ve nonspesifik klinik prezentasyon nedeniyle tanı koymak güçleşmektedir. Serebral venöz tromboz gelişiminde dehidratasyon, hiperkoagülabilite, mastoiditis, venöz sinüse tümör invazyonu, oral kontraseptif kullanımı, gebelik, puerperium, kafa travması, vaskülit, otit, sinüzit, kronik menenjit ve subdural ampiyem gibi enfeksiyonlar, hematolojik hastalıklar ve kollajen doku hastalıkları risk faktörleridir. Literatürde özellikle yetişkinlerde demir eksikliği anemisiyle ilişkili serebral venöz tromboz olgularına nadiren rastlanmaktır. Burada sunulan olgunun, intrakraniyal hipertansiyon semptomları ile başvurup, MR venografide transvers sinüs trombozu saptanması ve etyolojide demir eksikliği nedeni olan ciddi hipokrom mikrositer anemi dışında neden saptanmaması ilgi çekicidir. Trakya Üniversitesi, Nöroloji kliniğinde daha önce izlenen ve demir eksikliği anemisine bağlı derin serebral ven trombozu saptanan iki olgu eşliğinde sunulmuştur. Olgu intrakraniyal hipertansiyon kliniği sonrası saptanan SVT etyolojisinde demir eksikliği anemisinin yol açtığı hiperkoagülabilite dışında bulgu saptanmaması dolayısıyla ilgi çekicidir. Demir eksikliği anemisi derin serebral venleri etkileyerek kötü prognoz ile seyreden bir tabloya yol açabilir. Olgumuzda olduğu gibi izole intrakraniyal hipertansiyon bulgularıyla seyreden dural serebral venöz trombozuna neden olabilir. Ayırıcı tanıda etyolojik nedenlerin genişletilmesi önemlidir. Demir eksikliğinin tedavisi SVT’den korunmada önemli bir yaklaşım olabilir. Fırat Tıp Dergisi, 2012, 17 İnhalasyon hasarında noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyonun yoğun bakım ünitesinde klinik sürece etkileri
İnhalasyon hasarı akut akciğer hasarıdır ve mortaliteyi artırır. İleri derecede akut solunum yetmezliği olan hastalara sıklıkla entübasyon ve invaziv mekanik ventilasyon (İMV) desteği gerekmekte, ancak bu yöntem trakeal stenoz, ventilatör ilişkili pnömoni, barotravma gibi komplikasyonlara neden olabilmektedir. Hafif/orta derecede hasarda ise klasik medikal destek tedaviler uygulanmakta, solunum yetmezliğinin ilerlemesi durumunda invaziv yöntemlere başvurulmaktadır. Son çalışmalarda hafif/orta derecede hasarı olan hastalarda erken dönem noninvaziv mekanik ventilasyon uygulamasının, invaziv yöntem gereksinimini azalttığı gösterilmiştir. S.B. Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Cerrahi kliniği ve Anesteziyoloji ve Reanimasyon kliniğinde gerçekleştirilen çalışmada klasik medikal tedavi (MT) yöntemleri ile bu yöntemlerle birlikte uygulananz noninvaziv mekanik ventilasyonun (NIMV) yoğun bakım ünitesinde iyileşme sürecine etkileri değerlendirildi. NIMV'un MT'ye göre entübasyon ve re-entübasyon gereksinimini azalttığı ve iyileşme sürecini anlamlı olarak azalttığı gözlenmiştir (p < 0.05). Sonuç olarak erken dönemde başlanan NIMV desteğinin İMV gereksinimini azaltmada, maske ile oksijenasyonun önleyemediği atelektazi gelişimini ve hipoksiyi önlemede, klinik ve yanık iyileşme süreçlerini kısaltmada etkin ve güvenilir bir yöntem olduğu söylenebilir. Adnan Menderes Ü. Tıp Dergisi, 2012, Cilt 13, Sayı 1 |