ÇOK OKUNANLAR
> Dünya Hipertansiyon Kongresi İstanbul’da > Hepatit C tedavisinde yeni gelişmeler > Kişiselleştirilmiş tedavi dönemi > HPV’den korunmak mümkün > Her 5 kadından biri PCOS’lu > Biofeedback ve neurofeedback ile stres kontrolü > Akılcı antibiyotik kullanımı > Tip 2 diyabette yeni tedavi seçeneği > İlgi yaşlılarda bunamayı engelliyor > Çocuklarda sık görülen göz rahatsızlıkları > Sigarayı bırakmak imkansız değil > Erken Boşalma sıklığı %20 DSM-V'in mantığı"Fenotipin Sonu"
Stres bağlantılı bozukluk
OKB’de serotonerjik ilaçlar
Zayıf içgörülü OKBYanlış teşhis hatasına düşmemek için...Psikiyatride endofenotip"Çalışmalara göre endofenotipi belirlemek psikiyatride mümkün ancak alan, bunun yapılabilmesi ve klinikte kullanılabilmesi için yeterince olgunlaşmış değil.
DSM-V’te fikir endofenotipi daha iyi sınıflandırma yapmak için bir araç olarak kullanmak. Ve genetikten klinik nörobilimden, nöro görüntülemeden elde edilen bilgileri DSM-V sınıflandırması için etkin bir şekilde bir araya getirmek. |
psikiyatri sayfasına dönPsikiyatrik Tanının Geleceği
DSM-V’in ilk mantığı son yıllardaki bilimsel gelişmelerdeki birtakım belirleyici unsurları entegre etmekti; genetik, nörogörüntüleme, bilişsel bilim ve patofizyoloji. Bu yaklaşımın henüz olgunlaşmadığını, bilgi ile bu bilginin klinik uygulamaları arasında büyük bir boşluk olduğunu görüyoruz. Psikofarmakoloji Tedavi Güncellemeleri Toplantısı’na katılan Prof. Dr. Joseph Zohar, 2013 Mayısında yayınlanması beklenen DSM-V’in geliştirme sürecinde mevcut tanı kriterlerindeki revizyonlar hakkında bilgi verdi. Tel Aviv Üniversitesi’nde ve Chaim Sheba Tıp Merkezi’nde çalışmalarını yürüten Prof. Dr. Joseph Zohar’ın, OKB ile serotonin arasındaki ilişkilerden başlayıp OKB, PTSB hem de anksiyete bozukluklarının diğer tanılarla ilişkisi konusunda çok sayıda bilimsel çalışması ve kitapları bulunuyor. Aynı zamanda DSM-V’in birinci aşamasında OKB ile ilgili olan komitenin eş başkanlığı görevini yürüten Prof. Zohar, “Anksiyete Bozuklukları: DSM-V’te neler değişti, tedaviye yansımaları neler olabilir?” konulu sunumunda şu ifadelere yer verdi: DSM-5’in oluşturulmasındaki temel fikir Temel olarak DSM-IV tanımlayıcı ve betimleyici bir yaklaşıma sahipti, özellikle fizyolojinin bir bölümü olarak açıklamalar yapmayı hedeflemiyordu. DSM-IV’te bireylerde bir araya gelen ve gözlemlenen semptomlar sendrom olarak tanımlanıyordu. Psikiyatride geçtiğimiz 30 yıl içinde odak noktası daha çok klinikte gördüğümüz ve şahit olduğumuz durumlardı. Buna bağlı olarak anksiyeteye ilişkin çok farklı bozukluklar tanımlandı. Bunları 6 temel kategoriye ayırabiliriz. DSM-IV hekimlerin ve araştırmacıların farklı kuramsal yaklaşımları olsa dahi birbirleriyle iletişime geçmelerini sağlıyordu. Bu DSM-IV’ün en önemli özelliği ve başarısıydı. Eğer anksiyeteye odaklanacak olursak, DSM-V’te, 19 yıl sonra farklı bir yaklaşım benimsendi. DSM-V temelde, validasyonlar yani biogöstergeler, boyutlar ve gelişimsel yaklaşıma odaklanmaya çalıştı. Bu da şu anlama geliyor; bozukluğa bakarak hayatın farklı aşamalarında bu bozukluğun nelere sebep olabileceğini belirlemeyi hedefliyordu. Dolayısıyla burada amaç betimleyici ve sendrom odaklı bir yaklaşımdan biyogöstergeli ve boyutlu bir yaklaşıma geçmekti. Bu boyutlu yaklaşımı kullanırken ne tür dış değerlendirmelerden faydalanabiliriz: Bunlar daha çok genetikle, nöro görüntüleme, bilişsel bilim ve patofizyoloji ile bağlantılı. DSM-V’in oluşturulmasındaki temel fikir bu şekilde açıklanabilir. Nörogörüntüleme örneğine bakacak olursak bir dış değerlendirme aracı olarak bunun amacı sadece tanının geçerliliğini değil, aynı zamanda güvenilirliğini de sağlamak. Özellikle bu tür tanımların ve kavramların beyinle bağlantılı özelliklerini ortaya koymayı hedefliyordu. Ruhsal bozuklukların devre ile bağlantılarını ortaya koymayı hedefliyordu. Aynı şekilde ortaya konabilir, belirlenebilir lezyonların da belirlenmesi hedefleniyordu. Anksiyete bozukluklarını bir araya getirdiğimizde bunların nörobilimdeki bilgilere bire bir eşdeğer olmadığını söyleyebiliriz. Anksiyeteden bahsettiğimiz zaman anksiyete yerine korku sönümünden bahsedebiliriz. Dolayısıyla semptomlarda gördüğümüz şeyleri sadece yüzeysel olarak değil, daha derinlemesine incelemiş oluruz. Dolayısıyla anksiyete bozukluğunun bilişsel temeline inmiş oluruz. Bilişsel esneklik Yine OKB’den bahsedecek olursak, fenotipe odaklanmak yerine ‘fenotipin sonu’ dediğimiz ‘bilişsel esnekliğe’ ya da bilişsel esnekliğin olmadığı durumlara odaklanabiliriz. Bu tür bir yaklaşıma dayanarak henüz DSM-V’in sonunda durumun ne olacağı tamamen ortaya çıkmış değil. Anksiyete bozukluklarının üç temel bozukluğa ayrılması söz konusu. Bir tanesi panik; agorofobi, belirli fobiler, sosyal anksiyete bozukluğu gibi rahatsızlıklar. İkincisi stresle bağlantılı bozukluklar; travma sonrası stres bozukluğu, akut stres tepkisi ve uyum bozuklukları. Bunların klinik etkilerini daha sonra göreceğiz. Burada devre ve tanı üzerindeki etkiler birbirinden oldukça farklı. Her iki grupta birbirinden çok farklı araçlar kullanabilirsiniz ve üçüncü grupta da bunlardan daha farklı araçlar kullanabilirsiniz. Burada OKB’den bahsediyorum. Klasik anlamda OKB, dismorfik bozukluk, trikotilomanya ve bu gruptaki diğer bozukluklar. DSM-V daha çok dış değerlendirme araçlarına bağlı; nörogörüntüleme ve bilişsel bilim gibi. Burada amaç bizim eskiden bir araya getirdiğimiz unsurları birbirinden ayırmak. Bunları 3 ayrı duruma ayırmak. Bir tanesi klasik anlamda anksiyete diğeri ise OKB spektrumu. Benzodiyazepin anksiyetede etkili Şimdi stresle ilgili anksiyeteye odaklanalım; Stres bağlantılı anksiyeteyi diğer anksiyete bozukluklarından ayıracak olursak, bu bozukluğun tamamına bakıp, benzodiyazepinlerin bu üç farklı bozukluk türünde kullanımı ile ilgili neler söyleyebiliriz? Antidepresan ve antipsikotiklerle ilgili olarak bu üç kategoride kullanımı ile ilgili ne söyleyebiliriz? Bunları 3 kategoriye ayırmak, hangisinde bu tip ilaçların kullanılabileceğini ve hangisinde kullanılamayacağını gösterecek. Benzodiyazepin (BNZ) bireylerin anksiyete düzeylerinin yüksek olduğu durumlarda kullandığımız bir ilaç. 6 ay boyunca yürütülen bir çalışmada benzodiyazepine maruz kalan bir hastada PTSB (post travmatik stres bozukluğu) tanısının daha arttığı görülmüştü. Başka bir çalışmada gördük ki BNZ uygulaması doğal iyileşme döngüsünü bazen bozabiliyor. Kişinin hastalığa maruz kalması üzerine BNZ verilmesiyle ilgili olarak derneklerin görüşleri var. İngiliz Tıp Derneği ve Kraliyet Farmakoloji Derneği, BNZ kullanımına karşı bir yaklaşım gösterdi. BNZ kullanımı gerekli olmadığı durumlarda iyileşme sürecini yavaşlatabiliyor. Maruziyetten hemen sonra BNZ uygulanırsa sonuç almamız zorlaşabiliyor. Peki mekanizmaya baktığımız zaman stresle ilgili olarak HPC ekseninin aktive olduğunu görebiliriz ve çalışmalarda görüldüğü üzere bireylerde PTSB görülüyor ve BNZ almayan hastalara oranla reaktif olma oranı düşüyor. BNZ almayan hastalar PTSB geliştirmiyorlar. Bununla ilgili bir öneride bulunmak gerekirse PTSB, HP aktivasyonu ile ters bir orantı oluşturabilir. Bunun etkisi ne olabilir, BNZ, HPA’nın normal tepkisini ortadan kaldırır. Dolayısıyla normal iyileşme sürecini yavaşlatarak HPA’nın normal tepkisini zayıflatır. Bu normal aktivite ve plastisite, stresle bağlantılı anksiyete bozukluklarında, iyileşme sürecinde çok önemlidir. Maruziyetin hemen sonrasında BNZ verilmesi faydalı olmayabilir, hatta zararlı olabilir. Ancak daha sonra verilirse durum bu olmayabilir. Stresle bağlantılı bozuklukları anksiyete bozukluklarından ve obsesif kompulsif bozukluklardan ayırmak, bize ne zaman ve hangi durumlarda BNZ kullanabileceğimizi ve kullanamayacağımızı gösterir. Peki panik bozukluğunda benzodiazepin kullanımına bakalım; Dünya Farmakolojik Psikiyatri Federasyonu’nun kılavuzlarına baktığımız zaman BNZ vermenin önemini görüyoruz. Klasik anksiyete bozukluğuyla kıyasladığımız zaman farklı bir yaklaşım söz konusu. OKB’de de BNZ kullanımı yaygın bir şekilde kabul görüyor ama etkisiz olduğuna dair genel bir görüş var. Üç bozukluğa benzodiazepin açısından baktığımızda farklı kullanım alanları söz konusu. Örneğin stres ile ilişkili bozuklukları OKB ve anksiyete ile kıyasladığımız zaman; stresle ilgili bozuklukta maruziyetten hemen sonra verilmemeli, OKB’de ise etkili değil, buna karşın anksiyetede etkili. Antidepresan ilaçlar Bozukluk temelinde baktığımız zaman DSM-IV’te eskiden hepsi anksiyete bozuklukları altındaydı. Şimdi bu yeni kategoriler bağlamında antidepresanların rolüne OKB ekseninden bakacak olursak; bütün antiobsesif ilaçlar antidepresandır. Peki bütün antidepresanlar aynı zamanda antiobsesif ilaç mıdır? OKB’de durum şu: Anahtar aslında 5-HT. Diğer anksiyete bozuklukları için bu durum geçerli değil ama OKB’de sadece serotonerjik ilaçlar etkili. O yüzden OKB’yi anksiyete grubundan ayırıp OKB spesifik olarak odaklandığımızda, OKB’yi tedavi ederken serotenerjik ilaçları kullanmalıyız. Ancak bu hikayenin sadece bir kısmı. Bir de antidepresan kullanımı ile ilgili olarak, bu üç kategori bağlamında baktığımızda önemli klinik mesajlar var. Bu klinik mesaj da doz ile ilgili. Sabit dozlu çalışmalara baktığımız zaman OKB’de çok etkili bir anti panik dozu ve stres ile ilişkili bozukluklarda kullanılabilecek çok etkili bir doz OKB’de etkisiz. O yüzden bu gruba baktığımız zaman bu OKB spektrumuna aittir dediğimizde tedavi tercihimizi sadece serotonerjik ilaç olması gerektiğini söylüyoruz ama aynısı anksiyete bozuklukları ve stresle ilişkili bozukluklar için geçerli değil. Ayrıca bu grupta orta ila yüksek dozda serotonerjik ilaç vermeliyiz. Halbuki klasik anksiyete veya stresle ilişkili bozukluklarda daha düşük dozlar verebiliyoruz. Antipsikotik ilaçlar Antipsikotikleri de bu üç grup bağlamında değerlendirirsek buradan elde edebileceğimiz bir mesaj var mı? DSM-IV sınıflandırmasına baktığımız zaman bütün ilgili bozukluklar bir arada gruplanmış durumda. DSM-V’te ise birtakım değişiklikler yapılacak. OKB’de spesifik olarak delüzyon ve OKB’ye bir odaklanma olacak. Bilindiği gibi bazı OKB hastalarının psikotik özellikleri olabiliyor. DSM-IV’te şöyle bir öneri vardı: Bu OKB hastalarının çoğu ego-distonik özellikte, o yüzden bu obsesif davranışlar makul olmayan, aşırı davranışlar olarak görülüyor. Ego-distonik özellik teşhiste çok önemli bir rol oynuyor, adeta teşhisin kapısını aralıyor. Yıllardır bildiğimiz üzere obsesyon her zaman duyarsız değil DSM-IV’deki tek alt tür olarak zayıf içgörü türü olduğunu görüyoruz. Buradaki temel kriter ego-distonik özellik olması. DSM-V burada bir değişiklik getirecek, bir belirleyici olacak. Yani OKB hastası size geldiğinde, sizin, içgörüyü spesifik olarak ele almanız gerekiyor. DSM-IV’te zayıf içgörü ile ilişkili olarak bir tanım vardı ama DSM-V’te üç seviyeye ayrılacak; iyi veya vasat içgörü, yani birey OKB’den kaynaklanan inançlarının kesinlikle veya büyük ihtimalle gerçek olmadığını düşünür. Zayıf içgörü varsa OKB hastası bu inançlarının büyük ihtimalle gerçek olduğuna inanıyor. En önemli seviye ise içgörünün yokluğu; böyle bir durumda birey OKB ile ilgili inançlarının tamamen gerçek olduğuna inanıyor ve bu delüzyonla ilişkilidir. Bizim delüzyonla, kötü veya zayıf içgörü arasındaki çizgiyi çizebilmemiz lazım. Çünkü bunu OKB olarak tanımlarsak tedavi yaklaşımımız çok farklı olacaktır. Halbuki delüzyon olarak tanımlarsak tedavimiz farmakolojik ve psikoterapötik açıdan çok daha farklı olacaktır. Obsesyona ve içgörüye baktığımız zaman ego-distonik özellik olması gerekiyor ve gerçeklik testi yapılıyor. Delüzyon olmaması lazım ve ego-distonikte zayıf içgörülü obsesyon olduğu zaman delüzyona benzerdir. İçgörü eksikliğinde OKB inancının gerçek olduğuna inanır hasta. O yüzden gerçeklik testine tabi tutulmaz. Zayıf içgörü ile delüzyon arasındaki çizgiyi nerede çekeceğiz? Bunu yapmanın bir yolu geçmişe bakmaktır. Hastalığın nasıl başladığına bakabiliriz. OKB’de genelde ego-distonik olarak başlar ve yavaş yavaş ego-distonikten uzaklaşır. Delüzyonda ise ego-distonik olarak başlar. Ancak buradaki temel nokta nedir? DSM-V’e baktığımız zaman psikotik özellikli OKB’nin, OKB’nin şiddetli bir türü olduğunu ve şizofreninin bir türü olmadığını söylüyor. Böylelikle içgörü eksikliği varsa dahi hastanın OKB kapsamında teşhis konmasını öneriyor. Delüzyonlardan ve OKB ile ilgili çılgınlıklardan dolayı yanlış teşhis konabiliyor. Zayıf içgörülü OKB’nin prevalansına baktığımız zaman, hastaların %25’inde zayıf içgörü vardır ve bizce bu %15 ile %36 arasında değişiyor. OKB’yi teşhis etmenin yanında, hastada zayıf içgörü varsa bunu görmek yanlış teşhis hatasından kaçınabilmek için çok önemli. Bu hastaların şizofreni hastası olarak teşhis edilmemesi gerekiyor. DSM-V’e bu ayırt edici özelliğin dahil edilmesinin nedeni budur. Bu hastalar için teşhis OKB olmalıdır. Ve bu hastalar için kullanabileceğimiz bir ölçek var: BABS ölçeği. Zayıf içgörülü OKB hastalarında antipsikotiklerin yeri var mı? Psikotik olarak görülseler dahi anti psikotik kullanmak için sebep var bu hastalarda. Bu hastaları tedavi ederken yaklaşım ciddi bir OKB yaklaşımı olmalı. Psikotik görünen OKB hastalarında antipsikotiklerin yeri olup olmadığına dair meta analizler yapıldı. Temel farklılık kaynağı tik bozukluğu görülen hastalarda belirlenmiş. Birey çok düşük dozlarda antipsikotikler verilmiş ancak bu durumda tikte ve obsesif kompulsif semptomlarda da azalma olmuş altın standart ölçütüne göre. Tik hastası varsa nöroleptik kullanımı da bir tedavi seçeneği olabilir mi? OKB hastalarının tik prevalansı çok yüksek olduğu için DSM-V’teki değişikliklerden bir tanesi de bunu çok dikkatli bir şekilde incelemek olmalı ve burada bir belirleyici daha eklemek olmalı. İkinci belirleyici tikle bağlantılı olmalı. Temelde yapmanız gereken OKB hastalarında kronik tik bozukluğunun yaşam boyu hikayesinin olup olmadığına dikkat etmek. Sadece hastanın ifadesi bir kanıya varmak için yeterli değildir. DSM-V’teki değişikliklerden biri de bununla bağlantılı ve bilimsel kanıtlara dayalı olacak. Tikle bağlantılı belirleyici unsurları da içerecek. Bunun etkisi nedir? Eğer DSM-V’e uygun uygulamalarda bulunacaksanız öncelikle içgörüyü araştıracaksınız. Sonra tik bağlantılı bozuklukları araştıracaksınız. Ve OKB durumunda küçük dozda risperidon, örneğin 0,5 ölçüsünde uygulayacaksınız. OKB bağlantılı tik bozukluğu görülen bu grupta nöroleptik kullanımı mümkün olabilir. Bilimsel gelişmelerdeki belirleyici unsurların entegrasyonu DSM-V’in ilk mantığı son yıllardaki bilimsel gelişmelerdeki birtakım belirleyici unsurları entegre etmekti; genetik, nörogörüntüleme, bilişsel bilim ve patofizyoloji. Bu yaklaşımın henüz olgunlaşmadığını, bilgi ile bu bilginin klinik uygulamaları arasında büyük bir boşluk olduğunu görüyoruz. Örneğin anksiyete bozuklukları söz konusu olduğunda elimizdeki bilgilere bakarsak, OKB hastasından bahsediyorsak, anksiyeteden değil, obsesyondan bahsediyorsak, -ama tabiki hasta gelip bende anksiyete var demediği bir durumda- aslında o hasta pekala obsesif de olabilir. Bunu üç farklı alt kategoriye bölerek, özellikle benzonun erken uygulanması konusunda çok dikkatli olmalıyız. Aynı şekilde antidepresan kullanımı da bize OKB’lerde serotonin bağlantılı ilaçların etkili olduğunu gösteriyor. Antipsikotik ilaçlara bakacak olursak antipsikotik ilaçların bu grup hastalarda etkisinin olduğunu görüyoruz. DSM-V ile ortaya çıkan sınıflama değişikliklerinin dayanakları DSM-III’ ün amacı olası birtakım tanımlamalarda bulunmaktı. DSM-IV’ün amacı ise daha betimleyici bir yaklaşım edinmekti. Burada daha iyi bir yaklaşım oluşturması için bilgiler yeterli değildi ve bozukluğu sendrom olarak tanımlama eğilimi vardı. Bu bozukluklar da ‘bireylerde bir arada gözlemlenen semptomlar bütünü’ olarak tanımlanıyordu. Son 30 yıl boyunca biz bunlara odaklandık. Klinik olarak tanımlanmış sınıflandırmalara odaklandık. Bu çok büyük önem taşıyordu çünkü DSM-IV özellikle klinikte çalışanlar ile kuramcıları, farklı odak noktaları olsa bile birbiriyle iletişim kurmaya teşvik etti, ‘güvenilirlik’ kavramını gündeme getrdi. DSM-III ve DSM-IV’te ‘güvenilirlik’ kavramı daha yüksekti, en azından birbirimizle veya hastamızla konuşurken neden bahsettiğimiz biliyorduk. ‘Depresyon’ dediğinizde ‘depresyon’un ne olduğu gayet net anlaşılıyordu. Ancak validite çok düşüktü. Peki bununla ilgili ne yapılabilirdi? Fenotip bizi yanlış yönlendiriyor olabilir Burada ‘fenotip kavramı’ öne çıkıyor. Bizim hasta ile ilgili edindiğimiz izlenim, semptomlar bizim için en iyi rehber olmayabilir. Daha doğrusu fenotip bizi yanlış yönlendiriyor olabilir. Dolayısıyla fenotipe o kadar da güvenmemeliyiz. Gördüğümüz belirtiler bize en iyi yaklaşımı sağlamayabilir ve sendromlar klinik anlamda birbirinden farklı görünse dahi aynı etiyolojide sonuçlanabilir. Diğer taraftan semptomlar veya sendromlar benzer görünse dahi farklı etiyolojilerden kaynaklanıyor olabilir. DSM-IV'ten 19 yıl sonra DSM-V’te farklı bir yaklaşım edinmemiz gerektiğini ve semptomların ötesine endofenotipe bakmamız gerektiğini anladık. Fenotip değil, genetik değil ancak bunların arasındaki aşamaya bakmaktan bahsediyoruz. Dolayısıyla eğer endofenotipe daha iyi şekilde bakarsak, daha iyi incelersek validiteyi artırabiliriz. Bunu da dış doğrulayıcılar aracılığıyla yapabiliriz. DSM-V işte bu şekilde ortaya çıktı. Buradaki görüş DSM-V’te betimleyici çalışmalardan biyo göstergelere ve sendromlardan boyutsal bir yaklaşıma geçmekti. Dış doğrulayıcılar derken; sistemin daha iyi bir validasyonunu hedeflemeliyiz örneğin genetik, nöro görüntüleme, patofizyoloji ve bilişsel bilimi kullanabiliriz. İşte DSM-V’in başlangıç noktası burası. Amaç araştırma bulguları ile klinik arasında daha iyi bir uyum yakalamak. Misyonu buydu DSM-V’in ancak klinik uygulamalarda bu göstergelerin kullanılması için alanın yeterince olgunlaşmadığı düşünüldü. Dolayısıyla 2012’de ve hatta daha sonra bile bunun tamamen hazır olamayacağı ortaya kondu. Şu anda paralel mekanizma türleri var. Psikolojik Hastalıklar Ulusal Enstitüsü tarafından birtakım kriterler oluşturuldu. Araştırma alanı projesi başlatıldı. Bu proje yardımıyla dış validasyonu ortaya koymak ve aynı şekilde genetik, beyin devreleri ve klinik nörobilim kullanılarak biyo imzalar ortaya koymak hedeflendi. Sonuç itibariyle bunun DSM-V ile henüz elde edilemeyeceği ortaya kondu. İşte bizim başarmak istediğimiz şeylerden bir tanesi biyo imzalar oluşturmak ve sınıflandırma için bir çerçeve oluşturmak. Bu çerçeveyi genetik ile nörobilime dayalı olarak yapmak. Bunu da gelecekteki tanı sistemlerine genetik ve nörobiyolojik sistemler ekleyerek yapmayı hedefliyoruz. Nörobilmi kullanarak klinik uygulamalarda sınıflandırmalara dahil etmeyi amaçlıyoruz. Psikiyatride endofenotipi belirlemek mümkün Biyogöstergeler ve boyutsal bir yaklaşımın kullanılması henüz klinik uygulamalara yansımış durumda değil. Öte yandan, bu uygulamadan çok da uzak sayılmayız. Şu an nörogörüntüleme verilerine bakabiliriz. Örneğin OKB’de önemli ve çok net devre göstergeleri var ve bu devreleri tanımlamak için elimizde araçlar ve spesifik bir takım bilişsel bilgiler var. Burada bilişsel esneklikten bahsediyorum. Bu bilişsel sitile bakacak olursak, obsesif kompülsif bozukluğu olan OKB hastalarının birinci derece akrabalarının bu hastalıktan etkilenmediği durumlarda bilişsel esnekliğe bakmak çok önemli olacaktır. Yani sadece OKB hastalarına değil onların birinci derece akrabalarına bakmak çok önemli olacaktır. Bunu bir adım öne taşıyacak olursak aynı anda beyin devrelerini kullanmamız gerekir. Bu bilişsel işlevleri gerçekleştirirken aynı anda beyindeki aktiviteleri de ölçmekten bahsediyoruz. Çalışmalara göre endofenotipi belirlemek psikiyatride mümkün ve ancak alan, bunun yapılabilmesi ve klinikte kullanılabilmesi için yeterince olgunlaşmış değil. DSM-V’te fikir endofenotipi daha iyi sınıflandırma yapmak için bir araç olarak kullanmak. Ve genetikten klinik nörobilimden, nöro görüntülemeden elde edilen bilgileri DSM-V sınıflandırması için etkin bir şekilde bir araya getirmek. Diğer yandan ICD’den farklı olarak DSM-V özellikle klinisyenler için en önemli araçlardan birini oluşturur ve Acil Psikiyatri Derneği için özellikle klinisyenler tarafından kullanılmak üzere geliştirilmekte. Örneğin psikiyatristler bir şizofreni hastasına tanı koymakta genetik göstergeleri kullanabilir mi? Şu an bunun cevabı ne yazık ki hayır. İşte bu nedenle yakın bir zamanda DSM-IV ile DSM-V’in uygulamaları arasında çok radikal bir değişiklik olmayacak. Başlangıçtaki amaç şu an yön değiştirmek durumunda. Başlangıçtaki amaç yeni bir sistem oluşturmaktı ancak uygulamada alan yeterince uygun olmadığı için bazı değişiklikler olacak ama radikal bir değişiklik olmayacak. Ancak sürekli iddia edilen şey DSM-V’in sürekli değişen, güncellenen, yaşayan bir belge olduğu. Veriler elde edildikçe DSM-V’e dahil edilecek. |